18 Ekim 2012

Toplu Ulaşım Sendromu



Adını tam bilmiyorum; artık "toplu taşıma sendromu" mu olur, yoksa "otobüs buhranı" mı bilemem ama, bu tatta bir şey mutlaka olmalı literatürde. Yoksa da yetkili merci her neresiyse orayla görüşüp, uygun literatüre gerekli kavramı sokmak istiyorum! Öyle bir illet ki bu, zehrediyor gününü insanın. Hatta bunun bireysel değil, kitlesel bir sıkıntı olduğunu düşünmüyor da değilim. Nasıl bir şey mi bu "sendrom"? Şöyle ki:
  • Her sabah otobüs gelene dek, biri size para verip, karşılığında onun yerine bilet basmanızı istiyorsa,
  • Değil oturmak, orta kapıya dahi ilerleyemiyorsanız; hatta ilkokulda sıvıların özelliklerini sayarken öğrettikleri gibi, bulunduğunuz kabın şeklini alıyor; ancak aynı zamanda yanınızdakine temasınızı minimuma indirmek için maksimum efor sarfediyorsanız,
  • Eskiden "bu otobüs bu kadar yolcuyu nasıl alacak arkadaş?" diye sinirlenirken; artık siz de tıpkı otobüsün şoförü, muavini, "Arkalara ilerleyelim abiler" diyen asabi abisi gibi otobüsün asla dolmayacak bir toplu taşıma aracı olduğuna; sadece bir ego otobüsünün bile tüm Ankara'yı içine alacak kapasitede olduğuna ikna olduysanız,
  • Tacize uğrama korkusu, korkudan çıkıp, paranoyaya kadar varmışsa,
  • Şoför sizinle "Tamam abla. Ben biliyorum seni, öğrencisin. Uğraşma pasoyu bulcam diye." veyahut "Ne dersin güzel ablam, sence bu ışığa yetişir miyiz, yoksa kırmızıya mı kalırız?" tadında monologlar gerçekleştiriyorsa ve bu monologlar artık diyaloğa doğru evrildiyse,
  • Ortalardan ve arkalardan "basar mısınız?" sorusuyla birlikte otobüs biletleri uzanıyorsa ve artık bunu yadırgamıyorsanız,
  • Yukarıdan sarkan o zımbırtıya tutunurken eliniz, hatta kolunuz uyuşuyorsa,
  • Şans eseri oturacak bir yer bulduysanız; oturduğunuz an uykunuz geliyorsa (Ama benim gibi bu camlar leş gibidir diyerek, kafanızı cama dayayıp, uyuyamıyorsanız),
  • İner inmez içinizi bir hijyen aşkı kaplıyor ve çılgın gibi ellerinizi yıkıyorsanız, hatta içerideki kokunun üzerinize sinmiş olmasından korkup, bir şişe parfümü üzerinize boca ediyorsanız,
  • Bayram, sabah ve akşam deyince aklınıza gelen ilk şey; trafik oluyorsa,
  • "Allahım bari ikinci derse yetişeyim!" diye dua ya da pazarlık ede ede yukarıdakiyle ilişkinizi kuvvetlendirdiyseniz;


Üzgünüm ama siz de benim gibi bu sendromun kurbanı olmuşsunuzdur; ancak korkmayın. Bu illetin henüz bilinen bir çaresi olmasa da; İsviçreli bilim insanları,hastalığın seyrini yavaşlatacak ve zamanla gerilemesini sağlayacak bir çözüm buldular. Bir araba, arabanız yoksa da arabası olan bir en yakın arkadaş, fahri ya da asli bir ebeveyn ya da bir sevgili biraz olsun yükünüzü hafifletecek, hastalığınızın gerilemesini sağlayacaktır. İnancınızı yitirmeyin.



missthesunshine.

02 Ağustos 2012

Oh!

Vişne ayıklıyorum ben burada. Çok güzel balıklar pişiriyorum, rakıdan mahrum bırakmadığım sofralar kuruyorum. Denize giriyorum. Öyle şekilli yüzmüyorum, oyalanıyorum çocuk gibi. Dipten kum çıkarıyorum mesela, deniz kabuğu bulmaya çalışıyorum. Güneş banyosu yapıyorum bolca. Gri, siyah, lacivertle kaybettiğim zamanı, sarı ve turuncuyla telafi etmeye çalışıyorum. Daha az sigara içiyorum, daha az alkol alıyorum. Özellikle yapmıyorum bunu, canım öylesini istemiyor çünkü burada. Siyah giymiyorum, makyaj yapmıyorum. Sandaletten başka bir şey geçirmiyorum ayağıma. Abartıyı da, o süslü reveransları da, kendimi anlatma çabasını da bıraktım bir kenara. Daha az insan görüyorum. Daha az insana, daha çok merhaba diyorum. Her şey basit; sade. Sıkıldığım da oluyor tabii, ama geçiveriyor hemen. İncik boncuğu döküyorum önüme, kolyeler, küpeler yapıyorum. Okumayı ertelediğim kitapları okuyorum. Annemle kavga ediyorum bazı bazı, e bi senedir çok boşladım neticede. Her şeyi geçtim; hayal kuruyorum! Hiçbir detaydan kaçınmadan, hiçbir şeyi eksik bırakmadan, her rengi bolca kullanarak uzun uzun hayaller kuruyorum. Plan yapmıyorum; sadece hayal kuruyorum.Yapmayı istediğim şeyleri yapıyorum sadece, yapmak zorunda olduğum şeyleri değil. Zira yapmak zorunda olduğum bir şey de yok. Karmaşık bir hayatım yoktu; ama ben onu yorucu ve bunaltıcı hale getirmek için her şeyi yapmıştım, biliyorsun sen de. Artık bulanık detaylardan, yorucu saçmalıklardan, gereksiz samimiyet ve aşırı nezaketten arındırdım hayatımı. Ben öyle olduğuna inanıyorum en azından. Seninle konuşamadık ya epeydir, biliyorum içten içe merak ettiğini. Fırsatın olunca merakını dindiresin diye anlatıyorum bunları; bi de belki dayanamaz gelirsin diye. 


Otobüse binince bir aydınlanma olur; bir anda zihnim berraklaşır, tüm sorular cevaplanır falan sanmıştım ben. Ne bileyim, bi hafifleme yaşarım diye düşünmüştüm en azından. Hiç de öyle olmadı. Zamanla bastı ayaklarım yere, zamanla geri gelmeye başladı kendime güvenim. Yeni yeni hatırlıyorum kim olduğumu, neye benzediğimi. Ama itiraf edeyim, çok iyi geliyor bana bu süreç. Her şeyden uzak, kendime yakın, epey de eğlenceli ve keyifli üstelik. 


Yazınca fark ediyorum aslında nasıl zamanların içinde olduğumu, neler yaptığımı. Yaşarken öyle olmuyor ama. An geliyor ya da belki bir his, bir düşünce ve yaşıyorsun. Sıyrılmış ve geride bırakmış hissediyorum artık kendimi. Arınmış ve toparlanmış.. Sanki beni bekleyen güzel şeyler var ve ben bunlara hazırım gibi..






missthesunshine.

18 Mayıs 2012

İlk Görüşte Günaydın!


"İlk görüşte günaydın"a inanır mısın? 


Ben inanıyorum, hem de çılgıncasına. 


Sabah küfrederek evden çıkıp, insan içine karışırsın; ama belli değildir o küfrün gideceği yer.. Sıcak yataktan kalkmak mı yoksa insanların arasına karışmak mı daha can sıkıcıdır, o an uyku sersemliğinden tam ayırdına varamazsın. Zaten amaç söylenmektir, sebep önemli değil. Güneşin her gün sadece senin için doğduğunu sanacak kadar bencil ve bi o kadar da hayalperestsindir.. Orhan Veli der ya: "Ölmedim lakin, yaşamaktayım. / Dinle bak: vurmada nabzı ruhun.." İşte bu tatta başlar gün senin için.. Ne içtiğin sigara, ne aç karnına midenin canına okuya okuya içtiğin kahve ayıltır seni o an; ve bir hışım karışırsın öfkeden yorgun kalabalığın içine. Yine. Her ne kadar güneş uyanmış da olsa senle birlikte, Kurtuluş Parkı'na dahi bahar inmiş ve halkı selamlamış da olsa, neticede Ankara'dır burası; kaderinde vardır gri kalmak!


Tam Ankara'nın grisi, zihninin bulanıklığına bulaşmış; bilinçsizce ona buna küfürler savururken gelir ilk görüşte günaydın. Umut gibi gelir, ışık gibi gelir. Gelir ve bir ilkbahar esintisi gibi çarpar yüzüne; taze, serin ve yumuşak.. Perdenin arasından sıyrılıp da yüzüne çarpan sabah güneşi gibi girer gözünün ta içine. O zaman güneşin sadece senin için doğduğuna yeniden inanırsın. Yüreğinden bir güvercin havalanır, sen de gülümsersin ardından. Böyle bir şeydir işte "ilk görüşte günaydın". Karşı koymak istemediğin bir aydınlıktır; sana grilerin arasından gülümseyen. Kendine getirir seni. Uyandırır. İliklerine dek titretir sarsmadan, ayılırsın. Önce kahveden, sonra içindeki öfkeden sanırsın; ama içten içe bilirsin ki günaydındandır. Duymasan da o artık tüm gerçekliğiyle ordadır. Aç karnına bi doz aldığın bu ilk görüşte günaydın, doping etkisi yapar bünyende. Yüreğinden havalanan güvercini, nerelere sığdıracağını bilemezsin. Sonra özgür bırakırsın o güvercini, nereye gideceğini bilmeden.. Ardından öylece bakakalırsın..





"aslında bir alıştırmadır umut
öbürlerinin azıcık nefes diye bağışladığı
-baharı beklemeye benzer-
hain ve olmayanadır çünkü
umutsuzluğu taşır yanında
oysa nasıl olsa gelecektir bahar denen tarih
önüne durulmaz mantığıyla doğanın
yeşilden olma birim
sudan gelme itmeyle"









missthesunshine.

11 Mayıs 2012

Işık

Ne kadar saf olduğum, o kadar çok yüzüme vuruldu ki bu akşam dost meclislerinde.. İnandığım şeylerin yalan olduğunu, yalanlara inandığımı gördüm yine. Ağır geldi. Gerçekler döküldü masaya; ama uymadı gerçeklerimiz bi türlü. Sarsıldım...
Hani sen bana her kızdığında, ben de inadına inanmaya devam ediyorum ya; canım yansa da vazgeçemiyorum ya bu inattan, inadım gözyaşıma dönüştü bi an. Tutamadım kendimi. Bi yorgunluktur çöktü kalbime. Kandırılmanın, göz göre göre salak yerine konmanın ve bunu bi anda farketmenin, öfkeyle karışık şaşkınlığı.. Daha önce de olmuştu böyle. Bir dalga gelip, kumdan kalemi yıkıp geçmişti hiç acımadan..
Uzun uzun yazmak istiyorum; parmaklarım acıyana dek.. Ama içim, parmaklarımdan evvel acıdı bu kez. Daha fazla devam edemeyeceğim sanırım. Ben az derim, sen çok anlarsın nasılsa.. 


Bana biraz ışık gerek..




p.s.: Şarkının alakasız gibi durduğunun fakındayım ama, sen yine de dinle. Anlayacaksın.. Sahiden iyiniyetli olanı özlediğimi anlayacaksın..


Missthesunshine.

19 Nisan 2012

Mandal..

Yeniden yazmak için önce senin yazmanı bekledim, sonra baharın gelmesini.. Ama ne bahar gelebildi gerçekten, ne de oturup sen iki satır yazabildin... Vazgeçemedim bi türlü beklemekten, fakat belki biraz duruldum.


Basit olmayı, basit cümleler kurmayı özlemişim. Bir rahatlık geldi çöreklendi içime, sanki her gün pazarmış gibi. Bir sürecin içinde hissediyorum kendimi; bir şeyden başka bir şeye evriliyormuşum gibi. Her şey çok yarım şu an ve nedense ben çok zevk alıyorum bu durumdan. Belki ben hep yarım bırakıldığım içindir.. 


Kenara köşeye karaladığım şeyleri buldum geçen gün. Şöyle demişim kendi kendime aylar evvel: "Ne kadar düşünürsem düşüneyim, daha önce düşünülmemiş bir şey olmayacak ki bu! Sadece ben ilk kez düşünüyor olacağım. Ama neyi arıyorum ki ben?! Neyi bulmaya çalışıyorum? Bunu kendimde bulabilmem için, zaten bende varolan bir şey olması gerekmiyor mu? E zaten bende varsa, neden yokluğunu hissedip arıyorum? Peki bende olmayan bir şeyi, ne olduğunu dahi bilmezken, başkasında nasıl bulabilirim? Bu saçma döngü nereye kadar sürüp gidecek?".. Kendimde çok aradım, zihnimde, kalbimde, her taşın ardında, her gün ışığında, her gece yarısında.. Bulamadım. Başkalarında aramaya başladım sonra daima coşkulu bir umutla, yılmadan. Çok insan geldi; kimi sahiden bir daire tutmak istermişçesine yükünü alarak, kimisi de sadece bir arkadaşa bakıp çıktı. Başlarda hepsi farklıydı, sonra hepsini aynılaştırdım. Ne gelmeleri benim tercihimdi, ne de vurup gitmeleri. Ama artık takılmıyorum "gelen" insana da, "kalan" insana da. Çok aynılar, çok aynıyız; anladım. Anladığım için zaten dönüştüğümün farkındayım. 


Çok havada hissediyorum kendimi. Göklerde değilim, ama ayaklarım yere de basmıyor. Hala var bir hayalperest tarafım. Canına yandığım, her rakı dublesinde başka bir insan oluyorum da, sabah uyanınca neden ayağıma bağladığım kaya parçası beni eskiye çekiyor? Zaten bu yüzden ne arşa varabiliyor, ne de tam anlamıyla dibe vurabiliyorum. Çamurlu, tozlu Ankara rüzgarında ordan oraya savrulan, ipte unutulduğu için de kirlenmiş ama vakti zamanında beyaz olan bir çamaşır gibiyim. Savrulmak istiyorum ama kıçı kırık iki mandal beni tutmaya yetiyor. Temiz kalmak istiyorum ama bu tozlu rüzgar beni mahvediyor. 


Ben çok mutlu bir insanım oysa..


missthesunshine.

13 Şubat 2012

Öfke

Bazen, tıpkı şimdiki gibi, o kadar öfkeyle doluyorum ki; ne yazabiliyor, ne de konuşabiliyorum. Bi yerden başlasam, gider oysa. Avaz avaz bağırabilir, günlerce tartışabilirim. Öylesi, ölesi öfkeliyim. 
Tüm hayal gücümü kullanıp, ağız dolusu ve okkalı küfürler savurmak istiyorum. Ağzımdan çıktı mı, yerden kalkmayacak kadar ağır laflar..
İşin kötüsü böylesi öfke duymama müsaade ettiğim için, en çok da kendime öfkeleniyorum.. Belki de sadece kendime öfkeleniyorum, bilmiyorum. Şu an ayırt edemiyorum. 
Çabuk gözyaşına dönüşen, acıdan doğan bi öfke bu. İç yakan, ama en çok da benim içimi kavuran bi öfke.. 
Bu his yeni. Çok yabancıyım buna. Ve şöyle bir gerçek var o yüzden:
"Onları öfkeme layık bulmuyorum. Öfkem bana ait bir şey. Yakın hissetmediğim birine nasıl gösteririm onu. Onlara da size davrandığım gibi davranmış olurum. Asıl o zaman, kötülük etmiş olurum size."


Sakinleşeceğim..



missthesunshine.

06 Şubat 2012

Uzak..

Uzak olmak istiyorum, uzakta kalmak.. Her şeyin ortasında; ama herkesten uzak.. Her yerde olmak istiyorum; ama aslında hiçbir yerde.

Sahiden çok konuştuk, çok tartıştık. Ben artık anlatmaktan yoruldum. Çok konuşuyorum, boşuna konuşuyorum. Kalbim ağırlaşmış artık. Ruhumun en dibine çökmüş..
Son birkaç aydır, yaşadığım ama aşamadığım bir çok şeye şahit oldun. Bazen arkamda durdun, bazen de karşımda. Ama her ne olursa olsun, hep yanımdaydın. Sanırım seni biraz hayal kırıklığına uğrattım.

Bugüne dek benim de zor zamanlarım oldu; herkes gibi ve herkesinki kadar.. Anneannemin hastalığı, son günleri.. Annemin hastalığı, hatta bitmek bilmeyen hastalıkları.. Kardeşimi büyütmek.. Hiçbirinde böylesi zorlanmadım ben. Kendimi böyle koyvermedim hiç. Hep bir şeylere inandırdım kendimi ve her gün inanacak yeni şeyler buldum. Artık bulamıyorum. Bulma gereği duymuyorum. O mücadeleyi vermek istemiyorum artık. Savruluyorum geldiği gibi ya da gittiği yere doğru. Gücüm yok, nasıl döneceğimi bilmiyorum. Nasıl toparlanacağımı bilmiyorum. Aslına bakarsan, artık toparlanmak da istemiyorum.
Uzak olmak istiyorum, uzakta kalmak. Her şeyin ortasında; ama herkesten uzak.. Her yerde olmak istiyorum; ama aslında hiçbir yerde. 

Oysa bu tatil bana iyi gelecekti. Son kaleye, bana kalan son güvenli alana dönmüştüm. Deniz vardı burada. Herkesin içini ısıtacak kadar güneş vardı. Kafanı kaldırınca gördüğün gökyüzünün o maviliği, içini enerjiyle doldurmaya yetiyordu. Denizin dalgası vardı sonra, güzel kokusu.. İyilik vardı, güzellik vardı. Mutlu şeyler yazacaktım. Kendimi o kadar toparlamış dönecektim ki, sen bile şaşıracaktın! Ama nasıl anlatmalı bunu sana bilmiyorum.. İnsanın gözü görmez oluyor bazen. Her şey, birer birer anlamını yitirmeye başlıyor. Güneşin doğup doğmaması, pek bir şey ifade etmez oluyor; çünkü sen kendini güneşe göre ayarlamıyorsun. Veya gökyüzünün ışıl ışıl olması, senin harekete geçmene yetmiyor. Bir şey yapmak istemediğin için, o enerjiye de ihtiyaç duymuyorsun. Hiçbir şeye gereksinim duymuyorsun. Dolayısıyla bulunduğun yer, bulunmadığın yerlerden daha özel olmuyor. Hep gitmek var aklımda. Hastalıklı hale gelen bir gitme düşüncesi. Daimi bir kaçma isteği belki.. Uzağa, hep en uzağa; en bilinmeyene..

O kadar saçma şeyler yapıyorum ki burada. Saçma sapan şeyler uğruna ölüyor vaktim. Böyle boş şeylerle uğraşarak koca bir günü nasıl tükettiğime bazen ben bile şaşırıyorum. Önceden boşa harcadığım zamana üzülürdüm. Artık boşa akan zaman, bana öyle şeyler hissettirmiyor. Sadece "Neyse ki bir gün daha bitti." diyebiliyorum. Ama neye bir gün daha yaklaştım, onu ben de bilmiyorum. Zamanımı değerli kılacak şeylerle uğraşmak istemiyorum. Özünde olan şey tam da bu. O isteği kaybettim ben. Tek istediğim şey; hiçbir şey yapmamak. Çünkü bir şey yaptığım zaman, bunu neden yaptığımın ayırdına varamıyorum artık. Oysa sonuçtan çok, sebepler önemliydi benim için, niyet önemliydi. Artık önemli olanın ne olduğunu kestiremiyorum.

Sana bunları yazıyorum; yazıyorum çünkü bilmelisin. Bilmelisin ve burada karamsar şeyler dışında bir şeyler yazmamı beklememelisin. Aslında artık benden hiçbir şey beklememelisin. Ben beklemiyorum artık kendimden. Umut etmiyorum. Umut edecek, hayal kuracak gücüm yok. Her şey gri görünüyor buradan bakınca.

İyi kal; çünkü hala bazı insanların pembeye ihtiyacı var.

missthesunshine.


29 Ocak 2012

İnsan

Uzun zamandır düşünüyorum ne yazsam, sana nasıl cevap versem diye... Sonunda başlıyorum. Ben de sevmem yazmayı aslında; Çünkü yazmak bana içini açmak gibi gelir. Yazarken kendine hakim olamayıp tüm içindekileri insanlara yansıtırmışsın gibi gelir bana. Benim kadar çok konuşan bir insandan bu cümleyi duymak ilginç gelebilir sana. Ama yazının daha samimi olduğunu, daha savunmasızken ortaya çıktığını düşündüğüm için daha çok insanı anlattığına inanırım. O yüzden yazmayı sevmem, korkarım insanların oluşturduğum duvarın içindekini görmelerinden. Kafamda o kadar çok şey var ki ne yazsam bilemiyorum. Bir kısmını yazmayacağım zaten. Çok konuştuk, çok tartıştık... Bazen seni anlamadığımı düşünüyorsun ama emin ol seni anlıyorum, hissettiklerini biliyorum. Tek farkımız sorunlarla mücadele şeklimiz, senin seçtiğin yolun sana acı vermekten başka bir şey getirmeyeceğini düşünüyorum. Tek istediğim şey huzur diyorsun. Huzuru bulmak senin elinde... İnsan huzurunu kendi yaratır, ben buna inanıyorum. Gerçekten huzur istiyorsan değiştir kafanı, bırak sürekli etrafındakileri düşünmeyi, rahatlayacaksın. Sürekli insanların sana nasıl davrandığını, neden öyle davrandıklarını düşünme... İnsanoğlu bu BENCİLDİR... Herkesin her şeyi yapabileceğini kabul et bak hayat nasıl kolaylaşıyor ve üzülmemeye başlıyorsun. Ve her şekilde insanın yalnız olduğuna inanıyorum. Korkma yalnızlıktan, yüzleş at o korkunu ne kadar güzel olduğunu anlayacaksın. Her şeyden bunaldığın anda yalnızlığın nasıl iyi geldiğini keşfedeceksin....O zaman gitmekten de korkmayacaksın. Yeniliğin iyi olduğunu gitmelerin her zaman hayata yeniden başlamak olduğunu anlayacaksın. Ve inan insan yaşlandıkça hayatına sil baştan yaşamayı kolaylaştırıyor. Hayatındaki fazlalıklardan kurtulup yeni şeyler katıyorsun. Bunlar paha biçilmez bence... Gitmek iyidir bir yanın kal dese de...  Yenilik iyidir. Bağlanma öyle çok, eskilerini bırak, yeniliğe açık ol..... Konudan konuya atladım ama bu seferlik bu kadar yeter... Devamı gelir ne de olsa... Son olarak şunu ekleyeyim bazen hayatı çok ciddiye almamak gerek, geldiği gibi yaşamalı...






hamaksevdalısı

23 Ocak 2012

İki Yol..

 "Bazıları insanları oldukları gibi görür, bazıları da nasıl olmalarını istiyorlarsa öyle..."




Acıyor canım bazen, şimdiki gibi. Nedenlerini sen biliyorsun, süreçleri ben..


Aklından geçenleri biliyorum. Herkesin acı çektiğini, hatta çok büyük acılar çektiğini söyleyeceksin. İşleri bu noktaya sen getiriyorsun, diyeceksin. Beklentilerin diyeceksin, ahmaklığın diyeceksin. Bunları öyle bi diyeceksin ki, haklılığından zerre şüphe duymayacağım. Senden ilgi beklemiyorum, anlayış da beklemiyorum. Anlasan da bana hissettirmezsin, bilirim. İçten içe hep beni koruyup kolladığını da bilirim, merak etme. Ama an gelir, için öyle bir cız eder.. Nefesin kesilir bir an ve içinin o ateşini söndürmek için nafile akar gözyaşın, işte o anlardan birindeyim.
Sürüp giden hayata devam edebilmek için her gün yeni bağlantı noktaları kuruyorum. Bunu yaparkenki tarzımı ben de etik bulmuyorum. Ama her gün deniyorum işte. Günün sonunda bir bakıyorum ki nafile çabalardaymışım yine. Olmayan şeyleri öyleymiş gibi görüyorum. İnsanlar oldukları gibi geliyorlar, ama ben onları kafamda hep idealize ediyorum. Suçlu ve bi o kadar da haksızım. Bu yaptığım ikiyüzlülük; çünkü bir yandan da onları oldukları gibi kabullenmeye çalışıyorum. Sürekli şikayet ediyor ama hiçbir şeyi değiştirmiyorum. Sanırım bu halimi kabulleniyorum.
House'dan duydum diye hatırlıyorum. Geçen sezonlardan birinde asistanıyla konuşurken, kadına şunu söylemişti: "Önemli olan karşındakinin kim olduğu değil, karşındakinin yaralı olduğu.. Bu yüzden bana aşık olduğunu düşünüyorsun. Karşındakinin yarasını tedavi ederken, kendininkini unutmaya çalışacak kadar bencilsin." Ve birkaç sahne sonra da şöyle eklemişti yine aynı asistanıyla konuşurken: "Bazıları insanları oldukları gibi görür, bazıları da nasıl olmalarını istiyorlarsa öyle..."
Teşhisi koyan, dizi gereği de olsa doktorsa, ben ne yapayım şimdi. Bekleme deme bana, ben kendime demiyor muyum sanıyorsun? Senin bana günde üç kere söylediğin şeyleri, ben çoktan hatmettim, ezberden onlarca kere okuyorum. İçimdeki ateşi söndüremiyorum. Başka ateşler yakmayı deniyorum, onun da faydası yok. Çivinin de çiviyi söktüğü, kocaman bir yalandan ibaret aslında. Söylenen her sözde, yüreğime bi yunruk yemiş gibi hissediyorum.


Telaşlanma güzel şeyler de yazacağım buraya. Zaten kendi kendime ümit verme çabalarım yüzünden, günün bir çok saati pek keyifli oluyor. Hayalinden sürekli yeni oyunlar kuran ve bıkmadan bunları oynayan bir çocuk düşün. Sanırım kendim için kurduğum dünya buna benziyor. Kendimi kendime anlatırken kullandığım sıfatlar değişiyor, en çok buna bozuluyorum. Üstelik basitleşiyor ve tekdüzeleşiyorum. İçimin küflendiğini hissediyorum, sanki her şey artık biraz gri.


Gitmek iyi gelir mi, bilmiyorum. Nereye gidersen, kafandakiler de senle geliyor neticede. Düşünmekten vazgeçmiyorsun. Aynı şeylere takılıp, aynı iç sıkıntısının peşinde günler geçiriyorsun, boşa harcanan enerji.. Ama deniz havası iyi gelir belki diye düşünüyorum. Rakı & balık belki.. Gerçi bugüne dek bana verilen rakı sözlerinin pek çoğunun tutulduğuna şahit olamadım daha. Kimseden söz istemiyorum, hiçbir şey için. Zaten bir sonraki saniyeyi yaşamanın bile garantisi yokken, geleceğe dair kocaman sözler vermek, çok büyük küstahlıkmış gibi gelir bana. Ama madem bir söz veriyorsun, neden tutmuyorsun; ben bunu anlamıyorum. Söz verip inandırmak; sonra insanın hevesini kırmak, kocaman sözler vermekten daha büyük küstahlık değil mi? Neden söz verirken, karşısındakinin inanabileceği ihtimalini düşünmez ki insan! Çok dağıtmış olabilirim; ama bünyem adeta serzenişlerle dolu. Serzenişlerimi dile getireceğim insanları seçimimde sıkıntı var, o kadar. Neyse, gidebilmek iyidir. Bunu konuşmuştuk. Fakat şu an mevzu ne gitmek ne de kalmak; mevzu o arada kalmışlık, o sıkışmışlık hissi.. Gideyim diyorum, hem fiziken hem de mecazen ve de kelimenin tam ve tüm anlamlarıyla gideyim (Bu arada bence hiç küçümseme; çünkü TDK'ya göre "gitmek" fiilinin tam 22 anlamı var ki bu bence epey fazla.), ama yemiyor. Kibarlaştırmaya gerek yok, neticede bi sen okuyorsun. Bariz yemiyor işte, çünkü her gidişin bir de dönüşü olabileceğini düşünüyorum. Döndüğümde karşılaşacağım ve hatta karşılaşamayacağım şeylerden korkuyorum. Bu yüzden gidebilmek için, önce dönme ihtimaliyle ilgili o içten içe girdiğim beklentileri kaldırmam gerek. Geri dönüş hesapları yapmamalıyım. Yaparsam zaten gitmenin ne anlamı var ki. İçimdekileri değiştirmeden, gidemem. Gidemiyorum, bari kalayım desem.. E bu halimden mutlu değilim! içim sıkılıyor, söyleniyorum, huysuzlaşıyorum. Onu bunu geçtim, acı çekiyorum. O içsel acı, bi anda fiziksel bir acıya dönüyor ki, tam evlere şenlik.. Kalınca her şey umutlandırıyor insanı, zaten umutlanmaya meyilliyim. Her günün diğerinden güzel olacağını düşünüyorum. Yanılıyorum; çünkü insanların olmadığı gibi günlerin de birbirinden iyi ya da güzel olma zorunluluğu yok. Ama bazen var olmak bile can yakıyor; kendi varoluşun, onun varoluşu, ayrı ayrı varolmak.. Bu yüzden arada kalıyorum.. Gitmenin, kalmanın ve arada bi ortaya çıkan geri dönebilme(si) ihtimalinin birbirlerine göre "fırsat maliyetleri"ni hesaplamak gerekiyor. Kendimi bile bilmiyorken, bunu hesaplayacak iktisat bilgisine sahip olmam da beklenemez bence. İktisatçılardan birine sormaya niyetlendim geçenlerde, İşletmeyi bölüm olarak gereksiz gördüğünden, sorularımı cevaplamaya tenezzül etmedi. Neyse, arada kalmak diyordum. Kafamı toparlayamıyorum bu gece. Muhtemelen yazdıklarımı okuyunca da epey anlamsız ve hatta gereksiz bulacağım. Ama okuyanın sen olmasının verdiği rahatlık var işte. Evet, arada kalmanın yarattığı o sıkışmışlık hissi çöreklendi içime. Saça yapışan sakız gibi adeta, söküp atamıyorum. Saçı komple kesmek gerekecek sanırım. Bunun için de biraz cesaret gerek. Ne kaybederim ki? Üstelik kaybetmek için önce bulmak ya da en azından yerini bilmek gerekir, değil mi?


Hangisi seçmem gerektiğini ve seçmek istediğimi -ki bu ikisi çok farklı şeyler- bilmediğim "iki yol" var önümde. Güçlü bi insan olarak nitelendirdim kendimi hep bu güne dek; ama güç, cesareti de beraberinde getirir mi, işte bunu da pek kestiremiyorum.. Bildiğim tek şey, kendimi zehirlediğimdir. Biraz dinlenmeliyim..




missthesunshine.

14 Ocak 2012

Umut..

Bu yazmaya çalıştığım, bir açılış yazısı değildir..

Ne açılış ne kapanış, ne bitiş ne başlangıç.. Aksine her şeyin ortasında, bir o kadar da her şeye uzak bir anda yazmaya çırpındığım, bitirdiğimde de bir parça huzur bulmayı umduğum bir yazı.. Nedense o bir parça huzur için delicesine çırpınmaktan bir türlü vazgeçemiyorum. 
Yazamam aslında ben; konuşurum genelde. Yazmak çok sistemli ve karmaşık bir iş. O kadar sistemli düşünemediğimi gördün defalarca. Hem düşündüklerimi bir disiplin altına sokmak, onlara haksızlık etmiş gibi hissetmeme yol açıyor. Tüm çağrışımlarımı durduruyor bu yazma işi, hep bir çerçeve içinde kalmama ve her şeyi dandik bir sonuca bağlamama sebep oluyor. Yazdığım zaman, bir tek kendime yazmış olmuyorum üstelik. Gelecekteki "ben"in yazdıklarımı bulup okuduğunda, geçmişteki "ben"le dalga geçeceğine eminim çünkü. 

Yazmak bana yalnız hissetirir bir de.. Yalnız kalmaya dayanamıyorum. Sana saçma geleceğini biliyorum, emin ol bunu umursamam; ama konuşmayı yazmaya yeğ tutan bir insanın, yazarken yalnız hissetmesi sence de normal değil mi? Yazarken ister bir başına ol; istersen sokakta, binlerce kişinin arasında.. Ne olursa olsun, için yalnızdır hep. Ben yazarken öyle hissediyorum en azından. Bu arada yazmanın amacını falan da sorgulamıyorum burada, bahsettiğim fiziksel değil o içsel yalnızlık.. Benim ona tahammülüm yok işte. 
Ama konuşmak öyle mi?! Bir kere kendi kendine sesli düşünmüyorsan, konuşmak için hep birilerine ihtiyacın vardır. Bu durum tahammülsüzlüğümü biraz olsun eritiyor. Dinleseler de dinlemeseler de, konuşurken yanımda birilerinin olması, yalnız hissetmememi sağlıyor. İçinde bulunduğum durumu, geçirdiğim süreci ve daha bir çok şeyi, o an görmezden geliyorum. 
Bir yerden sonra konuşmak, bünyemde placebo etkisi yaratmaya başladı. Her konuşmanın sonu kahkahalarla bitiyor, ama yok ki böyle bir dünya! Bağımlısı oldum konuşmanın, çünkü o kadar muhtacım ki kendimi unutmaya. Bana baktığında gözlerimdeki o aczi gördüğüne eminim. Ama yine de ağzımı her açtığımda, bıkmadan beni dinlediğin için sana müteşekkirim. 
İnsanlar üzerinden kendimi oyalıyorum ve bu bende sanki onları kullanıyormuşum hissi uyandırıyor. Sahiden öyle midir? O da yetmez gibi, mutluluğu da huzuru da kendi üzerimden değil, başkaları üzerinden tanımlıyorum. Aradığım şeyleri kendimde bulamama durumu, beni daimi bir arayışa itiyor ve yoruluyorum artık. Huzursuz olmaktan değil, huzur aramaktan yoruluyorum.. Ve bir gün sahiden huzur denen şeyin olmadığını anlayıp, bu arayıştan vazgeçersem diye korkuyorum. Çünkü bir gün anlayacağım ve işin kötüsü, bunu kabulleneceğim. Kabullenirsem ölürüm.  Benim aramam gerek, benim umut etmem gerek. Umut olmadan, sabah olmasının da bir anlamı yok. 
Uyanmak için umuda ihtiyacım var, her sabah okulun koridorlarını dolanmak, hiçbir şey yokmuşçasına gülümsemek için umuda ihtiyacım var. İnanmaya ihtiyacım var, kendimi inandırmaya.. İyi biri olduğuma, mutlu olduğuma..  Ve sonra ne oluyor biliyor musun? Sahiden inanıyorum ben! İyi biriyim, mutluyum, keyfim yerinde ve daha bir sürü şey.. O saçma neşe yerleşiyor sonra içime, gerçekten umut edebiliyorum o zaman. Gerçekten içten gülebiliyorum. Konuşmak diyordum ya birkaç paragraf önce, konuşunca yalnız kalmıyorum, yalnız kalmadığım için düşünmüyorum, düşünmeyince de kendim için yarattığım bu illüzyonu bozmuyorum. 
Mutluluğu yaratabiliyorum ama gel gör ki, huzuru yaratamıyorum işte. Yalnızken huzur değil, derin bir korku ve kaygı doluyor içime. Gitmiyor, gönderemiyorum. İşte o zaman oldukça yüksek bir insan enflasyonuna maruz bırakıyorum kendimi.  Sırf ne hissettiğimi hissetmemek için, yeniden konuşmaya başlıyorum. Konuşuyorum, konuşuyorum, konuşuyorum.. Günlerce, gecelerce..Yeniden inanana dek, yeniden umut edene dek.. Aynı şeyleri, aynı insanlara, onları bıktırana dek anlatıyorum. Kim bilir aynı hikayeleri benden kaç kere dinlemişsindir?! Ama lanet olsun ki, hayatımı döndürebilmek için ve devam edebilmek adına sebepler bulabilmek için bunu yapmaya ihtiyacım var. Bu bir kısır döngü. Aksini yapamadıkça, şikayet etmeye de hakkım yok..

"Cumartesileri seviyorum." derdi babam. "Cumartesileri seviyorum; çünkü ertesi gün pazardır." Ben de öyle hissediyorum. Pazarları sevdiğim için, cumartesileri de seviyorum. Ertesi günün pazar olmasının kesinliğini seviyorum, pazar gününün bana ne getireceğini bilmeden, ama hep iyi şeyler getireceğini umut ederek..  Pazarları seviyorsam, cumartesilerimin böyle umut dolu oluşundandır.. 




missthesunshine.